-


Henüz hava güneşli. Samyeli esiyor. İşaret parmağını yala ve havaya kaldır. Rüzgarın yönünü böyle hiçbir zaman bulamazdım.
Tupturuncu leziz bir Washington portakalını anımsatan güneş batıyor köpeklerin sürüyle gezdiği “dikkat geyik çıkabilir” levhalı yolların üzerinde. Kovalar, kürekler ellerimizde, eve dönüyoruz. Her gün inşa ettiğimiz kumdan bir kalenin surlarını güçlendirip deniz kabuklarıyla süslüyoruz etrafını. Hava şimdilik güneşli. Ellerimizde denizin tuzu, kokusu. Dudaklarımız susuzluktan çatlayana kadar sereserpe kumlarda uyuyacağız. Ruhumuz şimdilik yaz akşamı serinliğinde içilen bir içki kadar hafif. Hava şimdilik güneşli. Kilometreleri sayıyoruz. Az kaldı.

26 Aralık '13

Huis

Hava serin ve çok bulutlu. Ekimin son günü. Yalnızca bir fincan çay demleyip ayaklarımı uzatarak kitap okumak istiyorum. Ayağımı uzatabileceğim bir sofa olmasa da 'iyiyim' diyorum. Tam bu sırada The Cinematic Orchestra - To Build A Home çalıyor.

Ev. (isim)
Kendini huzurlu hissettiğin, ait olduğun yer.

-

"St Peters’e gittiğimde ilk dönem boyunca hep evi özledim. Evi özlemek biraz deniz tutmasına benzer. Ne denli felaket bir şey olduğunu sizi tutunca anlarsınız. Anladığınızda da tam midenizin yukarısında bir yerlere vurur ve siz artık ölmek istersiniz. Tek çare hem ev özlemi hem de deniz tutmasında, insanın ansızın iyileşmesidir. Birincisi okulun kapısından çıkar çıkmaz geçer, ikincisi ise gemi limana girer girmez iyileşir."

-Roald Dahl

Fiiller

Öyle bir an oluyor ki aldığım ufacık bir nefes tıkayıveriyor gırtlağımı. Tıkanma, ardından gözyaşını getiriyor fakat ağlamamak gerek. Çünkü, öyle işte.
Bunca zaman içimde parça parça biriktirdiğim her bir hece koca bir heyelan gibi ağzımdan, gözlerimden, parmaklarından çıkıp akmak istiyor ama darmadağın, kalabalık. Bir araya gelip anlamlı bir şekilde kurabildikleri tek bir sözcük var beynimde. Bir iş, bir oluş bildiriyor, emir kipiyle. Olumsuz yapıda bir sözcük. Diğer her şey gibi işte.
Olumsuzluklar asla peşimizi bırakmıyor.
Fakat ben şimdi sana bundan daha fazlasını anlatırsam eğer siyah yapraklı defterim ve çirkin el yazım anlamını yitirir.
O yüzden susuyorum. Şimdiki zaman ve birinci tekil şahıs olarak.

Turuncu Japon Balığı

Doğduğumuz günkü kadar yalnızız, diyemeyiz. Doğduğunuzda size saf bir aşkla bağlı olan, size baktıkça sizin gerçekten büyüleyici bir varlık olduğunuzu düşünen ve muhtemelen size zarar gelmesin diye elinden geleni yapabilecek olan kusursuz aşıklarınız vardı. Geçen her bir gün sizi büyütürken onların da size olan hassasiyetini azalttı. Ve bir gün, şuan içinde bulunduğunuz koca bok çukurunun içine düştünüz tıpkı Alice’in o uçsuz bucaksızmış gibi görünen tavşan deliğine fark etmeden düştüğü gibi. Odanızda tek başınıza, yer yer is lekeli beyaz tavana gözlerinizi dikip o içinde bulunduğunuz koca tek başınalığınızı sorgularken, çevrenizde sizinle beraber yolda yürüyen fakat sizin o çukura düşüşünüze aldırış etmeden yoluna, hayatına devam eden insanları ve kahkahalarını fark edersiniz. Siz kanalizasyon borusunda, pislik içinde, karanlık ve nemli o çukurda yapayalnız yürürken, mazgallardan süzülen gün ışığını ve birlikte yürüdüğünüz-ü zannettiğiniz- insanların ayaklarını, gölgelerini görürsünüz. Kimse sizi fark etmez. Ölen bir Japon balığını klozete atıp sifonu çeken cani insanlar yer yüzünde salınmaktadırlar. Turuncu Japon balığının hiçbir günahı yoktur oysaki.

"Yapılan araştırmalara göre, reddedilme/yok sayılma durumu beyin tarafından fiziksel bir acı olarak algılanıyor. Beynimiz, sosyal çevrede reddedilmeye ve fiziksel yaralanmalara karşı aynı tepkiyi veriyor."

Her yanım et kesiği, her yanım yara bere. Büyüyorum anne. Kollarımı kırıyorlar.

Kirpik

Fonda gürültü var.
Fonda gri bir şeyler.
Pencereler ardından bakıyorsun bugün.
Birkaç küçük su lekesi 
ve bir kirpik düşüyor önüne.
Fonda biraz tütün ve kahve kokusu
Bahar rüzgarı geçiyor içinden
ve erik ağaçları taç yapraklarını döküyor
Aylardan Mart, günlerden Salı.
Huzur, diyorum, bir metrenin arasında saklı.
Eladan yeşile kaçıyor gözlerin
Havadan mıdır, bilemiyoruz.
Öyle güzel, öyle sakin bakıyorsun
Pencerenin ardından.
Ve bir kirpik düşüyor önüne
Dilek dileyip üfürüyoruz uzaklara.
Kaçamadan daha dizlerine düşüyor.
Erik ağacının taç yaprakları, senin uzun kirpiğin,
bir rüzgar süpürüyor hepsini.
Yel aldı, diyorum.
Elde kalan salt tütün kokusu.

-

Dur.
Bir gece daha kırılalım sarılırken.
İnce bir kağıt arasına doldurup nemli huzuru
Çaktığım bir kibritle yakalım.
Dökülüyor küllerimiz.
Kibrit kokusu, çocukluğum.
Huzur
Sarılı beyaz bir kağıt arasından parmak uçlarıma nakloluyor.
Şimdi daha çok çınlıyor kulağımda kaçan bir geyiğinki kadar hızlı çarpan kalbimin sesi
Simsiyah bir odanın içerisinde parlayan yalnızca gözlerin.
Dur.
Bir gece daha dokunalım pürüzlü ruhlarımıza.
Artık bir dakika altmış saniye değil.
Göğsünün üzerine saydam bir ipek gibi kıvrılıp yatmalıyım.
Kanatlarım yüzüne örtülü
ve gözlerim seni kaybediyor
Kapandıkça.
Kayboluyorsun.
Gidiyorsun
Her defasında





Thu

Olayların ummadığınız biçimde gelişmesi karşısında şaşkınlığınızı gizlemekte zorlanabilirsiniz. Fakat annemle babamın boşanacağını babamdan duyduğumda, takriben 30 ay önce, zannettiğiniz kadar şaşırmamıştım. Bu daha çok “korktuğumun başıma gelmesi” idi. Ağlayıp ağlamadığımı hatırlamıyorum ancak eski sevgilimin, beni terk etmeden önce, yakın arkadaşlarına benim bu duruma çok üzüldüğümü ve ağladığımı söyleyip yakındığını ve tüm bunları aslında vicdani bir rahatlama ve aldatma girişimlerine konforlu birer zemin hazırlama çabası olduğunu öğrendiğimi anımsıyorum. Şuan bu anıların hiçbiri üzmüyor beni çünkü hepsi izleyip daha sonradan unuttuğum birer dram filmine benzemeye başladı.
 Bunları henüz yaşamışken, ismiyle karakteri arasında küçük çatlaklar ve kutuplaşmalar bulunan bir beyefendiye rastlamam, ruhumda kısa dönem yaralara yol açsa da kendisine, tuhaf bir biçimde, kızgın değilim. Çünkü bir filmin figüranına üzülmeyi Yeşilçam sinemasından sonra bıraktım. Fakat bir insanı pişman etmenin, onun gözlerinizin önünde başkalaştığını görmenin hüznü tarif edilemezdir.
 İsmi kadar duyguları da büyük ama ruhu hala biraz çocuktu bu gencin. Göğsüne yatmaya, dudaklarına dokunmaya kıyamazdınız. Ama işte o iki dudağının arasından çıkan sekiz kelimeyi duyunca dayanamaz öperdiniz. Ben öyle yaptım. Ciğerini söke söke onu sevmediğimi söylemeden, takriben 3 dakika öncesinde, iki dudağının arasında soluyordum. Eğer zamanı durdurabilseydim o an, ne o sevdiğine ne de ben söylediğime pişman olurdum. Fakat ben yalan söyleyemem.
 İşte tüm bunların üzerine kaçan uykularınızı, günahlarınızı, acılarınızı birkaç şişeye toplamaya kalkarsınız. Ellerinizle tutup birleştiremediklerinizi, gözünüzün önünde, burnunuzun dibinde yitip gidenleri, kaçanları, yalanları, bıraktıklarınızı bir şişenin içine tıkıştırıp denize fırlatmaya çalışırsınız. Taşar. Yaptıklarınıza, belki, ayıldığınız zaman ancak şaşırırsınız.
 Ve bugün, çok uzun bir aradan sonra ilk kez şaşkınım.
Bugün bir çocuğu sevdim.
Bugün kendimce kararlar aldım.
Bugün kimseye yalan söylemedim.
Bugün okuduğum bir romanın sayfaları arasında yeniden parmaklarımı gezdirdim.
Biliyorum.
“Mutlu” doğru kelime değil ama ilk akla geleni.



Anneler ve Oğulları

Gerçek şu ki, dul bir anne tarafından yetiştirilen her erkek çocuk, evli doğmuş sayılır. Bilmiyorum ama, bence annesi ölene dek bir erkeğin hayatındaki diğer kadınların hiçbiri metres olmaktan öteye geçemez.
Modern Oedipus hikayesinde babayı öldürüp oğula kavuşan kişi annedir.
Ve annenizi boşayamazsınız da.
Öldürmeniz de söz konusu değildir. 



Chuck Palahniuk, Tıkanma, s.21 

Retrouvailles

 Geniş kolda fakat bir nefes aralıkla ikişerli sıralanıyoruz büstün önünde. Komut veriliyor; rahat! Değilim. Zannettiğin kadar rahat değilim, ve hiçbir zaman... Hazır ol! Bunu da başaramayacağım. Bayrak çekiliyor göndere, dudaklarım kıpırdamıyor bile. Varlığımı senin varlığına armağan etmek istiyorum oysaki. Nasıl da çarpıyor kalbim! Kaç dakikamız kaldı, hiç bilmiyorum. Ben saymayı bu andan itibaren bırakıyorum senin kollarına. Ve işte oldukça klişe bir ifade geliyor dilimin ucuna: Carpe diem! Anlamını öğrenene kadar bunun herhangi bir dilde "seni seviyorum" demek olduğunu düşünürdüm fakat yanıldım. Anı yaşamayı sevmeyle iç içe sokup, seni göğüs kafesimin ardına tıkma hevesimi bi kenara bırakamadım, bunun için çok üzgünüm. Veda törenlerini hiç sevmediğimi bilirsin. Veya bilemezsin. Bilme. Hiçbir zaman bu kadar yakın olamayacağız nasılsa. Her zaman için, seni her gün, belli bir sebepten veya durduk yere, ve neredeyse sürekli düşünürken, yanıma geldiğinde aslında sana hiç alışmamış gibi, sıradan davranacağım. Halbuki bir süre sonra benim için sen, diş fırçalamak, yemek yemek, uyumak gibi bir kavrama dönüşeceksin. Ah, metamorfoz! Her zaman Gregor Samsa'nın başına gelenler gibi olmuyor işte. Gregor Samsa ismini ilk defa benden duymuş olamazsın ama kim olduğunu sana ben anlatmıştım. Ve kahramanımız Thu, yanlışlıkla prensinin hayatına dokunur. Ne hikaye ama! Biraz Tarkan şarkısı gibi fakat sahiden yanlış zaman, yanlış insan, ve kış güneşi sahiden de ısıtmıyor. Bu sebepten daha sıcak iklimlere kaçma isteğini anlıyorum. Planlarının ortasına dördüncü kattaki bir dairede bulunan klimanın akıttığı su gibi, ansızın ve kirli bir şekilde düştüysem affet. Aslına bakarsan hayatında böyle önemli bir yer teşkil ettiğimi hiç düşünmemiştim. Ve yine, ne için olduğunu bilmesem de teşekkür ederim. Yarın uyandığımızda bir gün daha eksilecek.