Şehirler ve Ayrı Düşen Bizler

Sabahın sekizinde işten eve dönerken zihnimdeki aynada kendime bakıyorum; nereden nereye, diyorum. Hayat bu işte; bir yerden bir yere gidişlerimiz. Üç elmasını da toprağın başka bir köşesine düşürmüş bir elma ağacı gibi hissediyorum. Kalan son üç elmasını da düşüren bir ağaç nasıl yalnızdır, bilirsiniz. Ellerimi pardösümün cebine sokup ısıtmaya çalışıyorum. Üzerimdeki hiçbir şey sanki benim değilmişçesine yabancılaşıyorum kendime bir anlığına. Zihnimdeki aynada çok güzel görünüyorum; köşedeki kuru temizlemecinin camında biraz daha dağılmışım. Sabahın sekizinde insanlar işe giderken ben işten dönüyorum ne de olsa. Kim olsa dağılırdı.

Bundan sadece birkaç ay önce her sabah arşınladığım, diğer pek çok insan gibi sabahın sekizinde işe gitmek için yürüdüğüm yolları düşünüyorum. Değişmişler midir? Arnavut kaldırımları aynı mıdır hala? Bilemiyorum. Çünkü her şey gibi onları da öylece bırakıp geldim buraya. Her şeyi bırakıp bambaşka bir ben yaratırken hamurumdan, konduğu kaba ne de güzel uyum sağlıyor diyorum. Kabın şeklini almak. Kapla bir olmak. Kap olmak. Öyle birbirimize karışıyoruz. Yoğurdukça kayboluyorum fakat bir yandan da yeni biçimler doğuruyorum. Hayat dediğimiz de "böyle" bir şey işte.

Geçen sene bu günlerde, evde mavi bir battaniyeye sarılıp koca koca gözyaşları akıtıyordum gözlerimden. Sabahın sekizinde iş yerinde her şey çok normalmiş gibi davranıp eve döndüğümde dünyanın en bedbaht insanı oluyordum. Sonra gelen bir kahve ve yakılan bir sigarayla gülüşüyorduk. Bir de derdimize ortak olan müziklerimiz vardı. Küçük mutlu cumartesiler ve yorgun pazarlar. Rengarenk ışıklar yanardı evin orta yerinde. Kalbimizi hızlandıran rengarenk düşlere dalardık arada bir. Birlikte her şey güzelleşirdi yani ve o evde yalnız kalmak kimseye yakışmıyordu.

Geçen sene bu günlerde, evden çıkıp işe giderken, o sabah ayazında aklımdan neler geçiyordu? Bir gün sonrası? Biriken işler? Beni terk eden adam? Faturalar? Ne geçiyordu her gün aklımdan? Bilemiyorum.