Doğduğumuz günkü kadar yalnızız, diyemeyiz. Doğduğunuzda size saf bir aşkla bağlı olan, size baktıkça sizin gerçekten büyüleyici bir varlık olduğunuzu düşünen ve muhtemelen size zarar gelmesin diye elinden geleni yapabilecek olan kusursuz aşıklarınız vardı. Geçen her bir gün sizi büyütürken onların da size olan hassasiyetini azalttı. Ve bir gün, şuan içinde bulunduğunuz koca bok çukurunun içine düştünüz tıpkı Alice’in o uçsuz bucaksızmış gibi görünen tavşan deliğine fark etmeden düştüğü gibi. Odanızda tek başınıza, yer yer is lekeli beyaz tavana gözlerinizi dikip o içinde bulunduğunuz koca tek başınalığınızı sorgularken, çevrenizde sizinle beraber yolda yürüyen fakat sizin o çukura düşüşünüze aldırış etmeden yoluna, hayatına devam eden insanları ve kahkahalarını fark edersiniz. Siz kanalizasyon borusunda, pislik içinde, karanlık ve nemli o çukurda yapayalnız yürürken, mazgallardan süzülen gün ışığını ve birlikte yürüdüğünüz-ü zannettiğiniz- insanların ayaklarını, gölgelerini görürsünüz. Kimse sizi fark etmez. Ölen bir Japon balığını klozete atıp sifonu çeken cani insanlar yer yüzünde salınmaktadırlar. Turuncu Japon balığının hiçbir günahı yoktur oysaki.
"Yapılan araştırmalara göre, reddedilme/yok sayılma durumu beyin tarafından fiziksel bir acı olarak algılanıyor. Beynimiz, sosyal çevrede reddedilmeye ve fiziksel yaralanmalara karşı aynı tepkiyi veriyor."
Her yanım et kesiği, her yanım yara bere. Büyüyorum anne. Kollarımı kırıyorlar.