Buscando

Her varlığın bir değeri var. Elimdeki kalemin, üstümdeki tişörtün, yediğim ekmeğin, kendimin. En değersizleştirdiğim şey kendimim. Kendime yaptığım haksızlığı kimseye yapmıyorum belki de. Herkesten her şey için özür dileyebilirim ama kendimden nasıl özür dileyeyim? Hangi biri için?

Beni belki de sadece sevişmek için arayan insanlara tüm şefkatimle, ilgimle yaklaşarak vaktimi çalıyorum. Enerjİmi tüketiyorum. Karşılığında aldığım koca bir hiçlik. Birkaç saatliğine benimle mutluymuş gibi davranan yüzler var etrafımda. Kalbimi açıp hayatıma aldığım, koruduğum, sakındığım varlıklar nasıl da önemsizleştiriyorlar beni. Canım yanmıyormuş gibi hissediyorum bazen; halbuki parmaklarım yara içinde, tırnaklarım yenmiş, saçlarım dökülmüş. Siz yaptınız bunu bana, demek istiyorum karşılarına geçip. Bir değil, on değil… bir sürü insan. Bir sürü zaman kaybı. Kendimden bölüp verdiğim, beslediğim, sarıp sarmaladığım onlarca yara.

İncelikli biri olamadım hiç. Böylesi bir tavır beklemek bencillik olur haliyle. Fakat yüzüme bakıp beni hayatına dahil etmediği için mutlu olduğunu söyleyen biri de ayıp etmiyor mu? 

Sevgi, seviştikten sonra omza konan bir öpücüktür. Aynı zamanda omletin büyük parçasını ona vermektir. O ayva reçelini sevdi diye sofradan eksik etmemektir. Doğumgününde kapısını çalıp mum üfletmek de sevgidir. Başı ağrıyınca dizine yatırıp saçlarını okşamak da sevgidir. Kahvesini nasıl içtiğini bilmek sevgidir. Ayakkabılarını bağlarken onu hayranlıkla izlemek de, yaptığı işlerden hayranlıkla bahsetmek sevgidir.

Ve acı, sarılmak istediğinde geriye kaçan bir bedendir. Sevdiğini söylediğinde bunu duymaktan rahatsız olduğunu söylemesi acıdır. Senin sevginin ağırlığı altında ezildiğini bilmek acıdır. Hayal kurarken ayrı yerlerde olmak acıdır. Yüz yüze gelmeyi beklemeden seni istemediğini bir mesajla söyleyip kaçması acıdır. En acısı da seni çok seviyorum demesine rağmen karşına geçip, o koca cüssesiyle seni kendi evinin duvarına çarpması, ölüm tehditleri savurmasıdır.

İzlediğim filmler, gördüğüm düşler, kurduğum hayaller birbirine giriyor çoğu zaman. Hangisi gerçekti, hangisi kurguydu unutuyorum. Söylediğim yalanlara kendim inanmaya başlıyorum. Zaman algımı kaybediyorum. Mekan isimlerini unutuyorum. Kurulan cümleleri hatırlamıyorum. Yalnız bir şey kalıyor içimde tarifi olmayan: hisler. Kahvenin kokusu, teninin pürüzü, gözyaşımın tadı. Hepsi birleşip isimlerini bilmediğim hisler bırakıyor içimde. Konuşmama, yazmama engel oluyorlar.

Kendimden vere vere, ne kadar kalacağımı bilmeden ilerliyorum. Aynı hatalarla, aynı inançla, aynı sevgiyle.

En başa dönüp şunu soruyorum her defasında; “senin kadar seveni bulacak mıyım?”

Yetişkinlik Nedir?

Aklıma çok acayip hikayeler geliyor ama ben bunu yazana kadar uçup gidiyorlar. Beynimin içinde bir hikayeyi kağıda dökmek istediğimde aynı şekilde ortaya çıkmıyor. Mesela şöyle başlayalım şimdi:

Yetişkinlik nedir? Ne zaman yetişkin oldum?

Daha küçükken, takriben 10-15 yıl önce, üniversiteyi bitirip işe başladığımda “yetişkin birey” titri kazanacağımı düşünürdüm. Sonuçta yirmili yaşların son yarısı bu titr için uygun bir dönemdi. 

-telefonu şarja takma molası-

Ders çalışmayı bıraktığın, para kazandığın, eve dönerken bira aldığın, canın istediğinde yemek yiyebildiğin, hafta sonları arkadaşınla buluşup kahve içebildiğin bir hayat yetişkin hayatıymış gibi görünüyordu. 2015 yılında üniversiteden mezun olduğum gün, kendimi yetişkinliğe bir adım bile yakın hissetmedim. Elinde diplomasıyla selfie çeken işsiz bir birey görüyordum aynada. Yüzümde hala sivilce çıkıyordu, beyaz saçım -sanırım- yoktu; kırışıklıklarım şimdikinin onda biri kadar bile değildi. Tanımını kendimce yaptığım “yetişkin birey” ile aramdaki tek benzerlik üniversiteyi bitirmiş olmaktı. Elbette günümüz Türkiyesinde iş bulmak veya sıfırdan ev kurmak hop diye olabilecek şeyler değil.  Fakat bu işsizlik dönemim, diğer bir deyişle son aylaklık çağım, pek de uzun sürmedi. Haziranda okulu bitirmiş, ağustosta işe başlamıştım. Yetişkinliğe adım adım, hem de umduğumdan daha hızlı adımlarla ilerliyordum. Küçükken annemin topuklularını ve kıyafetlerini giyip makyaj yaparak oynadığım oyunlar şimdi gerçeğe dönüşüyordu. İşe giderken topuklu ayakkabılarımı giydim, makyaj yaptım, kıyafetlerime özen gösterdim. Aynaya bakınca biraz daha yetişkin görünüyordum ama yine de o günlerde bana bar girişlerinde kimlik soruyorlardı. İlerleyen yıllarda bunun kıymetini illa ki anlayacağım ama o dönemlerde bu durum bana biraz sevimsiz geliyordu.

-90 yıl yaşayan biri ortalama 30 ila 35 senesini uyuyarak geçiriyormuş.-

İşe gittiğim ilk haftanın sonunda eve dönerken tekelden bira aldım. Eve gidip ayaklarımı uzatıp bira içtim. Yetişkin hissediyordum. O gün, zamanında yetişkin birey checklist’ine koydum her şeye sahiptim.

✔️Diploma
✔️İş
✔️Ev (arkadaşı)
✔️Buzdolabında bira

Yüzümde soğuk biradan aldığım ilk yudumun verdiği mutluluk ve bir şeyler başarmış olmanın verdiği neşe vardı. Sonra ne oldu?

Yaşadığım her kriz sonrasında kendime yüzlerce defa BÜYÜ ARTIK dedim. Yani hala yetişemedim. Bugün, on yıl önce tanımını yaptığım bir yetişkinden çok fazlasına sahibim (egzama, beyaz saçlar, dolaptaki viski ve kedim dahil); yine de kendimi yetişkin bir birey gibi hissetmiyorum. 30 yaşıma on ay kalmış olmasına rağmen hayatta çözemediğim onlarca şey var. Belki de gerçek yetişkinlik, sürekli bir şeyleri çözmeye vakit harcarken insanın bir noktada kendini unutmasıdır (mıdır?). Çünkü bana her fırsatta artık büyüyüp bir yetişkin gibi davranmamı söyleyen Hazan biraz öyle birisi sanki.

Günlük


18 Ocak ‘16
Çalışırken kulağımda Feist’ten 1234 çalıyor. Az önce odaya evrak getirdi biri. Bir an senin kokuna benzettim. Hava kapalı, kar topluyor. Feist’ten 1234 çalıyor. Senin kokun sanıyorum. Ofis, senin yurt odana dönüşüyor.
Özlemek de değil ki bu; tuhaf bir şey. Daha çok anıyorum seni. Ve daha sık kabulleniyorum gitmek isteyişini. Düşüncelerimi bölüyorsun. Hislerimi bölüyorsun. Eylemlerimi bölüyorsun. Sensiz yapmak istemiyorum birçok şeyi.
Şimdi her şey gitgide daha da tuhaflaşıyor. İnsanları daha çok anlayıp onlardan daha fazla rahatsız oluyorum. Daha çok ben gibi davransam da daha eksik yaşıyorum. Boş kalan yanlarımı seninle doldurmak istediğime emin değilim. Boşluklarım büyüyüp küçülürken bana vereceğin parçaların aynı kaldığına eminim. O yüzden kapatamayacağız hiçbirini.
Eskisi gibi değil hiçbir şey.
Ne kahvenin tadı, ne sinema salonları, ne soğuk tek kişilik yataklar ne de…
-o-
Böyle yarım kalmış yazacaklarım. Bitmemiş. Belki başka bir zaman…



20 Şubat ‘16
Keşke seninle daha yeni tanışmış olsaydık. Veya hayatlarımız daha derli topluyken… Böyle yarım bıraktığımız için birbirimizi, gün geçtikçe soğuyor gibiyiz. Yüzünü unutmaktan korkuyorum.
Şimdi sen İstanbul'a dönerken, ben İstanbul'u ardımda bırakıyorum. Sanki senden kaçıyormuşçasına… Sana gelmediğim için çok farklıydı bu sefer.
Ve bir gün, nedense ölmüş olabileceğini düşünüp daha çok korktum. Bir kaldırım taşına bakarken bile ağlayabilirim öyle.



23 Şubat ‘16
Aklımda onlarca soru, onlarca iş var. Toparlayamıyorum bir türlü. Bir de seni düşünüyorum arada. İyi olduğunu bilmek yetiyor. Sonra bakıyorum, azla yetinmeyi öğretmişim kendime. Ve hep küçük şeyler mutlu ediyor beni.
Seninle aynı yeri görmüş olmak bile güzel. Belki, diyorum, bir gün beraber de gideriz.
27 Şubat ‘16
4 ay sonra.
Yeniden…
Özlemek neymiş, anladım.



29 Şubat ‘16
Düşünsene bi… Radyoda Fleet Foxes’tan Mykonos çalıyor. Arabanın kelebeklerini açmışız, püfür püfür bir rüzgâr vuruyor yüzümüze. Mikonos’a gitmiyoruz belki ama güzel bir yol ve tatil bekliyor bizi. Ayağımın dibindeki poşetten buz gibi bir su çıkarıyorum; kapağını açıp sana uzatıyorum. Sonra çubuk kraker uzatıyorum; istemiyorsun. Birazdan mola verir bir şeyler yeriz, diyorsun. Başındaki kepi hızlıca alıyorum ve siperini arkaya çevirip kendi başıma takıyorum. Koltuğumu geriye itip bacaklarımı torpidonun üstüne uzatıyorum. Bana bakıp gülümsüyorsun. Radyoda First Aid Kit’ten Emmylou çalıyor. Mutlu oluyoruz.



3 Mart ‘16
Çok uykusuzum. Başım ağrıyor. Birkaç gündür Felix yüzünden uyuyamıyorum çünkü her gece gelip üstüme çıkıyor ve sabah daha saat 6 bile olmadan beni uyandırıyor. Yetmezmiş gibi, sırf benim bu huysuzluğum yüzünden Gizem’le tartışıyorum. Hayatım yolunda gitmiyor bir türlü. Hep bir pürüz, hep bir aksaklık var.
Cebimde 100 lira var. Teknik olarak 400 fakat 300 lirasını kenara ayırdım. İyi şeyler olsun diye para biriktireceğim. Bakarsın seninle IKEA’dan koltuk alırken lazım olur.



29 Mayıs ‘16
Öyle kötü bir his besliyorum ki içimde hafızam silinene kadar unutamayacakmışım gibi geliyor. Sana kızmak ve seni özlemek bir arada filizleniyor içimde. Tahmin ettiğimden çok daha fazla zor geliyor her şey. Ne sana tahammül edebiliyorum ne de senden kaçabiliyorum artık. Kendi içimde sıkışmış gibiyim. Asıl psikoloğa gitmesi gereken benim sanırım.
Ölen kız arkadaşını kıskandım. Artık bu dünyada bile olmayan birini… Çok utanıyorum. Belki de hayatına dokunduğunu, seni değiştirdiğini, senin için özel olduğunu ve hep böyle kalacağını bilmek biraz ağır geldi. Yaşadıkların zor. Eminim. Keşke acını paylaşabilseydim. Keşke bu acın değil, acımız olsaydı. Şimdi ben hayatının bir köşesinde günü gelince ilk on bire dâhil edeceğin yedek oyuncu gibi bekliyorum. Seni beklememeliyim oysaki.
Biz nasıl devam edeceğiz yola, nasıl kalkacağız bunca düşüncenin altından?
İçimdeki güzellikler tükeniyor her gün biraz daha.
Üzgünüm.



Hiç söylenmemiş sözcükler yazmak istiyorum sana.
Ve ne konuşabiliyorum içimden geldiği gibi
Ne içimden geliyor susmak.
Ben içinden geçiyorum her hecenin
Her birini sana getirmek istiyorum oysaki.
Bu aşk değil, sevgi değil
Bu ilk değil kalbi kırılan
Bin parçaya böldüğüm bilmemkaçıncı insan
Sana anlatamam hiçbirini.
Ölmeye en yakın anımda aklımdan geçen her neyse
Bilme.
Ve bir bakış ne kadar kalır zihinde,
Ne zaman vazgeçersin sorular sormaktan,
Bilemiyorum.
Olmayacak her duaya
Amin diyemem; Allah yok.
Ve her güzel seye koşulsuz inanan
Ben varım; bencilliğimi affet.

Sen şiir okursun da ben yazamam.
Bir pencere kadar düz ve şeffaf
Yağan yağmurun, karın, tozun çamuru birikmiş üstünde.
Ört perdeleri ki kimse görmesin.
Duvarlar hiçbir gerçeği örtemez oysaki.
Şimdi sana şiirler yazmak istiyorum ama
Yazamam. Ellerim yok.
Fakat her güzel şeye koşulsuz inanan
Ben varım; bencilliğimi affet.

Şehirler ve Ayrı Düşen Bizler

Sabahın sekizinde işten eve dönerken zihnimdeki aynada kendime bakıyorum; nereden nereye, diyorum. Hayat bu işte; bir yerden bir yere gidişlerimiz. Üç elmasını da toprağın başka bir köşesine düşürmüş bir elma ağacı gibi hissediyorum. Kalan son üç elmasını da düşüren bir ağaç nasıl yalnızdır, bilirsiniz. Ellerimi pardösümün cebine sokup ısıtmaya çalışıyorum. Üzerimdeki hiçbir şey sanki benim değilmişçesine yabancılaşıyorum kendime bir anlığına. Zihnimdeki aynada çok güzel görünüyorum; köşedeki kuru temizlemecinin camında biraz daha dağılmışım. Sabahın sekizinde insanlar işe giderken ben işten dönüyorum ne de olsa. Kim olsa dağılırdı.

Bundan sadece birkaç ay önce her sabah arşınladığım, diğer pek çok insan gibi sabahın sekizinde işe gitmek için yürüdüğüm yolları düşünüyorum. Değişmişler midir? Arnavut kaldırımları aynı mıdır hala? Bilemiyorum. Çünkü her şey gibi onları da öylece bırakıp geldim buraya. Her şeyi bırakıp bambaşka bir ben yaratırken hamurumdan, konduğu kaba ne de güzel uyum sağlıyor diyorum. Kabın şeklini almak. Kapla bir olmak. Kap olmak. Öyle birbirimize karışıyoruz. Yoğurdukça kayboluyorum fakat bir yandan da yeni biçimler doğuruyorum. Hayat dediğimiz de "böyle" bir şey işte.

Geçen sene bu günlerde, evde mavi bir battaniyeye sarılıp koca koca gözyaşları akıtıyordum gözlerimden. Sabahın sekizinde iş yerinde her şey çok normalmiş gibi davranıp eve döndüğümde dünyanın en bedbaht insanı oluyordum. Sonra gelen bir kahve ve yakılan bir sigarayla gülüşüyorduk. Bir de derdimize ortak olan müziklerimiz vardı. Küçük mutlu cumartesiler ve yorgun pazarlar. Rengarenk ışıklar yanardı evin orta yerinde. Kalbimizi hızlandıran rengarenk düşlere dalardık arada bir. Birlikte her şey güzelleşirdi yani ve o evde yalnız kalmak kimseye yakışmıyordu.

Geçen sene bu günlerde, evden çıkıp işe giderken, o sabah ayazında aklımdan neler geçiyordu? Bir gün sonrası? Biriken işler? Beni terk eden adam? Faturalar? Ne geçiyordu her gün aklımdan? Bilemiyorum.

Yığın

İnsanlar ölüyor sokaklarda ve şarkıda da dediği gibi şehirlere bombalar yağıyor. Yerin kilometrelerce altında insanlar açlık grevinde. Koskoca rezidansların önünde kentsel dönüşüm zırvasına kurban gitmeyi bekleyen, toplasan içi 20 metrekareyi geçmeyecek evlerde küçük insanlar yaşıyor. Yanından geçip gittiğim her sokak çocuğu arkamdan bakıp bana sövmüyor belki ama, ben her defasında onları görmezden gelişime yanıyorum. Hani bir öğretim üyesi atıyor ya kendini köprüden o buz gibi sulara, “Çok acı var. Dayanamıyorum,” diyor ya, durup düşünüyorum bu cümleyi. Defalarca. Defalarca.
“Çok acı var.”
Dünyanın derdi yetmiyor ya, bir de kendi dertlerimizi ekliyoruz üzerine. Sonra sen gelip dert yanıyorsun bana; seninkini de katık ediyorum. Ve annemin, babamın, kardeşimin; ölen sevgililerin, ağlayan çocukların; canımın, ciğerimin, herkesin derdini... Bir gün hepsinin altında ezilip olmayacak bir anda adi bir künyeye bozuluyor kafam. Karmakarışık hayatları el yordamıyla düzeltmeye kalkışıma yanıyorum. Sabahın beşinde pencereden bakıyorum sokağa. Solumda güneş debeleniyor. Sağımda ay can çekişiyor. Karşımda boylu boyunca bir duvar var. Ben ne yapıyorum, diyorum. Ve bir sabahın beşinde, her şeyden sıyrılıp kendimi sorguluyorum. 
-Ne kadar küçüğüm, ve ne kadar da yokum aslında.-

-

Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum olanaksız bir şey bu, ama yine de pek fena olmazdı.

J.D.Salinger

A Life To Live

Feeling tired of overthinking about what I am not responsible to think.
Feeling worried about everything I have –even you –that I’m not sure if I do, actually.

Wanna tell you everything I feel, and hear a couple of words making me the happiest girl in the whole universe –as if I’m the one in yours.

I just hope. Hope to see you’re doing well.

Why are you shirking? Why can’t you just stay next to me?
There is only one thing you gotta know: Once you go, I won’t be there anymore to give the peace you need.

Priorities of our lives. Who controls us? Who chooses them?

Priorities.
Feeling sorry for everything that I haven’t done and said long before.

Séparation

31 Aralık '14, Kandıra
Her şey nasıl da olması gerektiği gibi değil!

Ocakta üzerine tarçın döktüğüm elmaları kaynatıyorum bir küçük tencere içerisinde. Ev kış kokuyor. Kış, soğuk kokuyor öte yandan. Soğuk havaları ben sevmem, senin aksine. Üşümeyi sevmediğimden hep sana sokulurdum, çünkü senin avuçların, tenin sıcak. Sıcak, sen kokuyor. Sen ne güzel kokardın! Evden çıkmadan boynuna bir öpücük kondururken içime çektiğim o kokun ne güzeldi! Sen, ne güzeldin. Ben de seninle güzeldim.

Beni en çok sen tanırsın artık. Herkes güçlü olduğumu söyler, sen kırılgansın derdin. Gözlerimin içine bakardın ben ağlarken. Ağlarken göremesem de biliyordum işte. Gözlerimin içine ne çok bakardın. Ne güzel bakardın gözlerime. Gözlerim. Ah, gözlerim! Gözlerim seni arıyor şimdi her yerde. Parkta, bahçede, yastıkta, yorganda, kanepede, masada, bardakta, kedide, köpekte, ağaçta, sokaklarda, başkalarında seni arıyorum.

İnsanlar yalan söylediğimi bilmiyor. Babam, annem, arkadaşlarım bilmiyorlar. Sen, bilmiyorsun. Bir cümlen taş gibi ezdi yüreğimi. Tek kelimelik, kısacık bir cümlenin tüy kadar hafif olması gerekirdi oysaki. Yalan söylediğimi ben bile bilmiyormuşum.

Bir insanın sesini unutmak dünyanın en acı şeyidir. Bir insanı unutmak, daha acı.

Yüz hatlarını unutmaktan korkuyordum. Bir gün ismini andığımda, başkalarından duyduğumda yüzün gözlerimin önünde belirmeyecek. Yüzünü unutmuş olacağım. Dudak kıvrımlarını, kirpiklerini, eğri duran alt dişini, acıdığı için dokunmaya kıyamadığım burnunu, uyurken okşadığım kaşlarının çizdiği yolu, saçlarının elimde bıraktığı o yumuşaklık hissini anımsayamayacağım. Belki bir gün İstanbul’da bir kafede üç masa ötemde oturacaksın ama ben fark etmeyeceğim.

Güzel yüzünü başkaları alacak avuçları arasına. Uyurken kolun başkasının saçlarının ağırlığında ezilecek. Tişörtlerine başkalarının ten kokusu sinmiş olacak. Parmaklarının arasını başkalarının yumuşak ve pürüzsüz elleri dolduracak. Gözlerin başkalarının gözleri içine bakacak. Gözlerin. Ah, gözlerin!

Perdu

Gün doğumu. Ayaklarımın değdiği noktadan uçsuz bucaksız mavi sular uzanıyor. Hava serin, hafif bir rüzgar esiyor kuzeybatıdan. Dalgaların rıhtıma çarpışını, dipteki taşları yerinden oynatışını dinliyorum. Şamandıra bir o yana bir bu yana salınıyor denizin ortasında. Her aldığım nefesle içime küçük gümüş rengi balıklar doluyor. Her aldığım nefesle gözlerim doluyor, ürperiyorum. İyiyim diye diye bunca zaman koşarak uzaklaştığım için her şeyden, bugün burada oturup soluklanıyorum. Su beni korkutuyor halbuki. Korktuğum halde yine ona geliyorum. Ayaklarımın dibi koca okyanus. Beni boğamaz mı?

İçimdeki fanusta neler sakladığımı ben dahi bilmiyorum. Halının altına itelediğim onca pislik böyle umulmadık bir anda çıkıveriyor su yüzüne. Yazık, ne kadar kirlendiğimi sen bile fark edememişsin!

Olmak istediğim ben, tam olarak görünen ben değil. Neden anlattığın anı sahiden komikmiş ve bana asla bir şey anımsatmıyormuş gibi hoş bir gülümseme yerleştiriyorum yüzüme her defasında? Yoksa sahiden anımsamıyor muyum?

Seni böyle hatırlamak istemem.
Seni unutmak istemem.

Ufka bakıyorum. Ta yukarılarda bir kuş süzülüyor. Bir martı. Kanatları açık, kendini bırakmış. Kollarımı açıyorum iki yana. Kendimi bırakabileceğim tek yer kolların. Kollar. Ne kadar uzaktalar sahi? Bin, üç bin, on bin kilometre? Kilometreler. Hepimizin hayatında koca kilometre taşları var. Orada burada düzensiz bir biçimde… İlk korku. İlk hediye. İlk aşk. İlk öpücük. İlk ölüm. İlk ayrılık. İlk defa yalnız hissetmek…
Aslında en başından beri yalnızdım. Hiçbir zaman “en iyi arkadaşım” olmadı. Hep birilerinin iyi arkadaşıydım. İki kişinin yanına sonradan giren, çok sevilen, ama asla en iyisi olamayan ben… Sen “en iyisi” olmuştun. Arkadaşlar kilometre taşları gibi olmalıdır oysaki. Her zaman, aynı noktada, aynı samimiyette…

Denizin dibindeki taşlar savruluyor, her dalgayla biraz daha ileriye. Bir gün okyanusun o göremediğim noktasında olacaklar. Ufalanarak, kırılarak, parçalanarak yok olacaklar hiç bilmedikleri bir yerde. Biz gibi. Biz derken, insanlar diyorum. Her insan gibi. Fakat en spesifik anlamda da biz, zaten böyle olmuştuk.

Seni böyle kaybetmeyeceğim.


25 Ocak '15